top of page
Didem Çengel Logo
  • Whatsapp
  • Youtube
  • LinkedIn
  • X
  • Black Facebook Icon
  • Black Instagram Icon

AŞK, EKSİKLİK, ARZU VE ÖTESİ


Belçikalı sürrealist ressam René Magritte’in The Lovers (Âşıklar) adlı eseri.
Belçikalı sürrealist ressam René Magritte’in The Lovers (Âşıklar) adlı eseri.

"Birine 'âşık oldum' deriz, büyük büyük sözler ederiz; 'sensiz yaşayamam' diye haykırırız. Ama eğer aşka dair yazılıp çizilenler olmasaydı, bugüne kadar aşka dair söylemleri hiç duymamış olsaydık, aşkı böyle mi tanımlardık? Gerçekten de yaşanmaz mıydı onsuzluk, yoksa aradığımız hep eksikliğimiz miydi?" Hem zaten ne kadar mümkün aşk hakkında konuşulanları hiç duymamış olmak? Muhakkak duymuşuzdur aşka dair söylemler ve söylenilenler. Sokakta yürürken aşka dair söylenenleri işitmek, aşıkların aşkı yaşayışına şahit olmak, evde otururken de aşka dair gösterilenleri izlemek veyahut yazılıp çizilenleri okumak.

Gerçekten âşık olunan kişi olmadan yaşayamaz mıyız? Yoksa içimizdeki bambaşka bir eksikliğin ifade buluş şekli mi bu? Lacan’ın aşkı tarif ettiği yer işte tam böyle bir yerdir. Öteki'nde tamamlanmak değil, kendi eksikliğimizi onun arzusunda bulmak.

Lacan bu bağlamda aşkı öznenin eksikliğiyle, dilin alanına yani simgeselin alanına dahil olmasıyla, arzunun ötekinin arzusu olma haliyle birlikte ele almaktadır. Jacques Lacan’a göre aşk; imgesel düzlemde yansıtılan bir aynalama (narsisizm ile ilişkili), simgesel düzlemde düzenlenen bir dilsel kurgu (arzu ile ilişkili) ve gerçek düzlemde hissedilen bir eksikliğin açığa çıkışıdır.


Lacan’da Aşkın Analizinde: Simgesel, Eksiklik ve Arzu Üzerine


Lacan’ın temel kavramlarından biri, öznenin eksik olduğudur. Bu eksiklik varoluşsal bir boşluk değil, dilin içine doğmuş olmanın; dilin bizi simgesele tabii kılarak hem arzumuzu kuran hem de o arzunun doyurulmasını imkansızlaştıran olmasının zorunlu sonucudur. Bu eksiklik, ilk sevgi nesnesinin kaybıyla ortaya çıkar ve özne olabilmek için önemli bir işlev görür (Lacan, 1960). Arzu, tam da bu eksiklikten doğar; çünkü eksik olan şey arzulanır. Çünkü insan arzusuz var olamaz; Spinoza’nın da söylediği üzere arzu insanlığın özüdür (Fink, 2019). İnsan her zaman eksikliği arar çünkü tatmin edilmemişlik onun özüdür. Burada Lacan saplantılı ve histerikten söz eder. Saplantılı erkek; başka bir adamın (babaya benzeyen rakip; arkadaş, patron…) kadınına ilgi duyar ve öteki adamla rekabet eder. Diyelim ki o kadının hayatındaki adam çıkar (kadın ile adam boşanır, ayrılır) ve ilişkileri mümkün hale gelirse saplantılı arzusunu kaybeder; çünkü o eksik hep var olmalıdır. Histeride ise kendi erkeğinin ilgi duyduğu o kadını (the women) taklit etmeye başlar. Histerik partnerinde kendisi dışında bir arzu bulmalıdır. Histerikler için aşk; tatmin edilmemiş arzuya duyulan arzunun gerisinde kalır. Çünkü arzu bir kere doyrulursa yok olacaktır. “Histerik özne, ne istediğini bilemeyen değil, arzusunu ötekinin arzusu aracılığıyla kuran öznedir.” (Miller & Lacan, 2018).


Aşk sahip olmadığını vermektir


Lacan’ın çokça alıntılanan ifadesiyle: “Aşk, sahip olunmayan bir şeyi, onu istemeyen birine vermektir.” (Fransızca: "l'amour c'est donner ce que l'on n'a pas à quelqu'un qui n'en veut pas") (Fink, 2017). Özne, sahip olmadığı şeyi – yani eksikliği – aşk aracılığıyla verir. Bu, öznenin kendi boşluğunu Öteki’ ye sunmasıdır. Fink’in kitabında da yer verdiği üzere Lacan aktarım seminerde Platon’un Şölen’ini ele almaktadır. Lacan Şölen'deki birçok konuşmayı tek bir kişinin psikanalitik seansları olarak görür ve bu diyalogdaki birbiriyle uyuşmayan her açıklamayı bir analizanın serbest çağrışımı olarak okur. Bu birbiri ardına gelen ve birbiriyle çelişen her bir konuşma tam da aşkın kendisi gibidir. Lacan’ın ‘aşk sahip olmadığını vermektir’ iddiası Aristophanes’in “Kişi sahip olmadığı bir şeyi veremez” düşüncesiyle çelişir. Lacan’a göre tam da bu imkânsızlık, aşkın özüdür (Fink, 2017). Âşık olan kişi kendisinin de sahip olmadığını verir ama bu ‘şeyin’ ne olduğunu bilmiyordur çünkü eksikliğini duyduğu şeyin ne olduğunu bilmiyordur. İçindeki bu eksik ya da boşluk simgesel iğdiş edilme ile ilgilidir. Memeden kesildiğimizde, tuvalet eğitimi ile birincil doyum kaynaklarımızdan (çoğu zaman anne; sonuç olarak beslemek ve altını temizlemek gibi tüm eylemlerinde çocuğun haz bölgelerine temas ederek uyarmaktadır) ayrıldığımızda ya da  dile dahil olarak ‘eksik’ hale geldiğimizde yani -joussiance 'ın kaybının- yarattığı boşluktur (Fink, 2002). Bütün insan arzuları, bu eksiklikten doğar ve bu eksiği gidermeye çalışır.

Lacan, kişinin sevilme arzusunu dile getirmesinin bile, eksik olduğunu kabul etmek anlamına geldiğini söyler. Bu nedenle “Seni seviyorum” demek, aslında “Eksik bir varlığım ve bu eksiklik seninle ilişkilidir” demektir.

Ancak kişideki eksik, ötekinde saklı değildir (Lacan, 2015). Aşkın temelinde iki bireyin bir olma arzusu yatar (Fink, 2017). Neyi aradığını tam olarak bilmeyen ‘seven’ ve kendisinde neyin sevildiğinden bihaber olan ‘sevilen’ ilişkisindeki karşılıklı cehalet aşkın yapısal özelliğidir (Fink, 2017). Bu bağlamda Lacan’a göre aşk ilişkisini hem büyüleyici hem de her zaman eksik ve belirsiz kılan tam da bu deneyimdir. Sevilenle karşılaşma anında seven içindeki boşluğu doldurabilecek bir şey bulduğunu zanneder. Ancak bu bir yanılsamadan ibarettir çünkü öznenin içindeki eksikliği doldurabilecek tek nesne onun objet petit a (kayıp nesnesidir).

Hani bazen birini görür, sesini duyar ve henüz hakkında çok bir şey bilmiyorken kalbimiz atmaya başlar ve ‘işte bu’ deriz. Zihnimizde bir sahneyi canlandırırız. Ama yan yana geldiğimizde bir şey eksik kalır o zihnimizdeki canlandırdığı şey tam olarak yaşanmaz. İşte o şey, çoğu zaman o kişi değil o kişinin bizdeki anlamıdır aslında. Bu anlam; bizim eksikliğimizi tamamlayacağını düşündüğümüz arzumuza hitap ettiği için ‘işte bu’ demişizdir. Aslında arzuladığımız, eksikliğimizi tamamlama fantezimize hizmet eden gösterendir, gerçek bir özne değil. Bu gösteren simgesel düzlemde aşk üzerine söylemde vücut bulur. Bir boşluğu, bir eksikliği anlamlandırma çabası olan aşkın güçlü yanı özneyi konumlandırma gücüdür (Fink, 2017). Lacan’a göre “arzu, Öteki’nin arzusudur”; aşk da öteki’nin bakışı altında kim olduğumuzu bize söyler (Fink, 2017).

Lacan VIII. Seminerinde aşkın karşılaşma anında oluşan bir mucize olduğundan bahseder. Aşkın temelinde var olan karşılıklılık mucizesinden bahseder ve aşk sadece sevildiğimizde değil sevdiğimizin de bizi sevmesiyle gerçek anlamda başlar diye ekler (Lacan, 2015). “Aşk, sevilme talebini içerir.” Bu talep, yalnızca fiziksel bir karşılığa değil, öznenin tanınma arzusuna dayanır.  Ancak aşk her zaman karşılık bulmayabilir. İşte o zaman kişi kendindeki eksikliği sunduğu halde sevilmediğinde narsisttik yaralanabilir ve sevilmediğini, sevilmeye değer olmadığını düşünebilir. Bu nedenle Lacan’a göre aşk; eksikliğini açığa çıkarma cesaretidir. Seni seviyorum demek salt sevdiğini ifade etmek değil aynı zamanda kendini eksik, kırılgan ya da iğdiş edilmiş olarak ortaya koymak demektir. Söylem üzerine inşa olan aşk da verilen vaatlerde biraz öznenin kendi eksiğini simgesel olarak diğerine sunma biçimidir.


İmgesel Düzlem: Yansıma ve Ayna Evresi


Bazen kendimizle ötekinin uyumlu ve benzer olduğu şeyler bizi aşka davet eder. Ne kadar da ortak noktamız varmış deriz; aynı müzikleri dinlediğimiz, aynı filmlerde ağladığımız, aynı kitapları okuduğumuz için. Ruh eşimizi bulduğumuzu, birbirimizin aynısı olduğumuzu hissetmeye başlarız. Anlatırız arkadaşlarımıza; o kadar ki aynı anda aynı şeyleri söylüyoruz bazen sanki o benim, ben o. Yıllardır tanıyor gibiyim.

Lacan’da imgesel düzlemde aşkı bebeğin ‘ayna evresi’ olarak adlandırdığı gelişimsel dönemi bağlamında ele alır.  Bebeğin kendini aynada ilk gördüğü an yaşanan o coşkulu deneyim ile bebek kendisini ilk kez bir bütün varlık olarak görür. Lacan’a göre ayna imgesi Freud’un ideal ben’i ile ilişkilendirilir (Fink, 2017).  Bu evre benliğin oluşumunda ilk yabancılaşmanın başladığı evreyi tanımlar. Bebek, aynada kendi bütüncül imgesini gördüğünde benlik yanılsamasına kapılır. Ve kendisinin aynadaki imgesi gibi güçlü ve bütün olduğuna inanır. Benlik duygusunu ideal kılan da onun ayna tarafından yaratılmış imgeye yaptığı libidinal yatırımdır. Bu yatırım aynadaki imgenin çocuğun ebeveyni tarafından tanınması ile içselleştirilir (evet annecim evet bak burda didem var, nerdeymiş didem evet o sensin.. ) ‘İdeal ben imgesel yansıtmanın kaynağıdır’.

İmgesel düzlemde aşkı bu bağlamda ele alabiliriz. Partner imgesele göre, kendi idealleştirilmiş yansımız “ben olmak istediğimiz” idealin yansıması haline gelir. Aşkta “kendimizi” severiz – ya da sevdiğimizi sandığımız kişi aslında kendimize dair bir fantezidir. Aşık kişi, sevdiği kişide kendinin tamamlanmış, eksiksiz versiyonunu görür. Ayna evresinde kurulan bu düzlemde aşk, bir tür narsisistik yansıma ilişkisi haline gelir. Özne eksikliğini partnerinde tamamlamaya çalışır. Ancak bu bir yanılsamadır. Lacan burada aşkın narsistik yapısına işaret eder: Aşk, çoğunlukla ötekinde kendimizi bulma arzusudur ve kendimizi ötekinde bulmaya çalışırken bunu yapmanın en kolay yolunun ötekine kendimiz olduğuna inandığımız şeyi yansıtmaktan geçtiğini söyler.  Âşık olan özne, sevdiği kişide kendi ideal egosunu – olmak istediği şeyi – görür. Kendini bütün görme yanılsamasına kapılan özne için aşk gerçek bir başkası ile değil kendi yanılsamasıyla kurulan bir ilişki olduğunu ifade eder. Bu yüzden aşk bir yanılsamadır ya da bir sahneleme, bir illüzyon…


Gerçek Düzlemde Aşk: ‘Tekrarlama Zorlantısı’ ve Jouissance


Hep farklı insanlar ama aynı hikâye. Aşk bazen aynı adamların ya da kadınların etrafında dönüp durur. Her seferinde aynı hikâyeye âşık oluruz. Yoksa o hikâye bizim hikayemiz mi?

Gerçek düzlemde aşk, sıklıkla tekrarlama zorlantısıyla ilişkilendirilir. Geçmişte yaşanmış söze dökülemeyen ve analizde çalışılmamış bir travmatik olay, kişinin aşk nesnesiyle kurduğu ilişkide yeniden sahnelenir (Fink, 2017). Örneğin, çocuklukta babası tarafından terk edilme travması yaşayan bir kadının, kendisini sürekli terk edecek partnerler seçmesi, ya da partnerlerini kendisini terk edecek davranışlara farkında olmadan itmesi aşkın gerçek düzlemde nasıl işlediğini gözler önüne serer. Gerçek olan, simgeselleşememiş, dile getirilemeyen ve travmatik kalandır. Soler (2006) öznenin sevgi isteğinin hep yinelendiğini, hiç eskimediğini ve bunun bir döngü olduğunu vurgularken, Lacan’da gerçek düzlemden ögeler taşıdığı için döngüsel yapı edindiğini ifade eder. Semptom ile sevgi arasında yapısal bir benzerlik; her ikisinin de kompulsif bir şekilde tekrar etmesi ve öznenin jouissance’ını düzenlemesi ilişkisine bağlıdır. Lacan’a göre aşk hakkında konuşmak başlı başına jouissance'dır. Gerçek düzlemde, öznenin tatmin edilemez arzusunun yankılandığı, jouissance’ın tehlikeli bölgesine temas ettiği alan olarak ifade ederken Lacan "Öteki jouissance" olarak tanımladığı bu deneyimleri, simgesel düzenin dışında kaldığını ve öznenin benliğini sarstığını ifade eder (Fink, 2015). Fink Lacan’da Aşk kitabında gerçek düzlem ile ilgili; yıldırım çarpması ya da bir saldırı gibi yaşanan aşkı ve cinselliğin kadın ve erkek bağlamında farklılaşan anlamlarını anlatır. Kadınların deneyimlediği ve "merkez kayması"na neden olan, adlandırılamayan (çocukken yasak olan bölgelerin haz vermesinin yarattığı karmaşa) bu jouissance türü, simgesel düzenle bağ kuramaz; bu nedenle gerçek düzleme aittir.  "Sadece aşk jouissance'ın arzuyu küçümsemesine izin verir” Lacan burada aşkın bir ve ötekiden oluşan çiftin ya da ikiyi kuranın üçüncü terimi olduğunu ifade etmektedir.  Bununla birlikte aşk özneyi bir sosyal bağın kurulmasını sağlamak amacıyla başka bir kişiye bağlamaktadır (Soler, 2006). Soler, aşkı ötekini, öteki cinsiyeti ve öteki jouissance'ı dışlamayan bir toplumsal bağ kurabileceğimiz birkaç nadir güçten biri olarak ele alır (Soler, 2006). Bu anlamda imgesel, simgesel ya da gerçek düzlemde nasıl ifade edersek edelim; aşk birçok şeyin ötesinde bir sosyal bağ ve ilişki kurmaya destek sağlayandır. İki kişi arasında kurulan görünmez bağ.


Aşk Bir Aktarımdır 


Lacan’da aktarım psikanalitik sürecin merkezindedir ve analizan analiste bir aşık gibi yönelir. Platon’un Şölen’inden hareketle Sokrates’in Diotima ile ilişkisi burada örnek verilebilir. Aktarım aşkının yapısı Sokrates’in ‘“ta erotika” yani aşk sanatı, soru sorarak eksikliği görünür kılma yöntemi ile paraleldir. Sokrates soru sorar ve cevaplayan kişinin eksikliğini bulmasına eşlik eder. Tıpkı psikanalizde olduğu gibi; analistte analizana sorular sorar ve eksikliğiyle yüzleşmesini sağlar. Bu süreçte analizan ile analist arasında bir aktarım aşkı doğar ve bu analiste değil; analizanın analistin bildiğini sandığı şeye yani analistin temsil ettiği objet a'ya (arzu nesnesine) yöneliktir.  Diotima bilgiyi Sokrates’e aktararak onu bilen olarak algılamaktadır. Bu aktarım aynı zamanda bir arzunun (ve eksikliğin) yapısını da açığa çıkarır.

Analizde de analist, analizanın eksikliğine düşen (objet petit a); Lacan’ın VIII. Seminer’de incelediği agalma kavramı, Öteki’nin içinde barındırdığı haz nesnesidir. Öznenin içindeki eksikliği tamamlayabilecek, yanıtları bilen olarak gördüğü analist analizanın aşkının öznesi haline gelir. 

Psikanalizde transfer ilişkisinde analistin görevi tam da burada başlar. Bu aktarım aşkı analitik süreci ilerletecek olan süreçtir. Lacan; analistin analizanın sevgisini talep etmemesi gerektiğini ifade eder. Analist soru sorarak analizanın eksikliğiyle yüzleşmesini sağlar ve arzunun dönüşümünü destekler. Aktarım aşkı analitik ilerlemenin koşuludur. Eğer analist bu aşkın kahramanı değilse!

Son olarak;

Lacan’da aşk, tamamlanma değil, eksikliğin farkındalığıdır. Aşk, özneyi bir başkasında tamamlamaya değil, eksikliği tanımaya ve onunla yaşamaya davet eder. Aşk, eksiklikten doğar, eksikliğe hitap eder ve eksik kalmaya mahkûmdur. Eksikler üzerine oynanan bu oyunda aşkı anlamlı kılan da tam da budur. Eğer aşkın üzerine yüzyıllardır “yazılıp çizilenler” olmasaydı, onu nasıl tanırdık? Belki de aşk, başkasıyla tamamlanmak değil, eksikliğimizle karşılaşmaktır. Bu yüzden aşk, bir yanılsamadır ya da yanılsama mıdır?  Özne o yanılsama olmadan var olabilir mi?

Bilmem ki belki de özneler bir kere sever, hem de çok sever. Ondan sonra gelen aşklar hep o ilk aşkın görüntüleridir. Hep o ilk aşkı arar durur.

Sahi ya o ilk aşk dimi….

Âşık olduğunuz güzellik, yaptığınız şeyin ta kendisi olsun.

Mevlâna

*Bu yazıda Bruce Fink’in Lacan’ın aktarım semineri üzerine yaptığı inceleme olan Lacan’da Aşk kitabı üzerine zihnimde kalanları paylaşmaya çalıştım. Bu okumadan yola çıkarak yaptığım diğer okumalarla da dilim döndüğünce kavramları aktarmaya çalıştım. Yine, yeniden bu okumalar ışığında daha çok okumam ve anlayabilmem için bu sayfalarda daha çok gezinmem gerektiğini de biliyorum.  

 

KAYNAKÇA

Fink, B. (2002). Knowledge and jouissance. In Reading Seminar XX: Lacan’s major work on love, knowledge, and feminine sexuality (pp. 21-45). New York: State University of New York Press.

Fink, B. (2017). Lacan on love: An exploration of Lacan's seminar VIII, transference. John Wiley & Sons.

Lacan, J. (1960). La transferencia. El seminario de Jacques Lacan libro8.

Lacan, J. (2015). Transference: The Seminar of Jacques Lacan. Book VII.(B. Fink, Trans.) Maiden.

Miller, J. A., & Lacan, J. (2018). The four fundamental concepts of psycho-analysis. Routledge.

Soler, C. (2006). What Lacan said about women: A psychoanalytic study. Other Press, LLC.

 

 

 

 

 
 
 

Yorumlar


İLETİŞİM

ADRES

34738 Kadıköy/İstanbul

İLETİŞİME GEÇ

+90 553 456 35 07 

  info@psikodramindakademi.com

OFİS SAATLER

Pazartesi- Cumartesi :

10:00 - 22:00 

Pazar

11:00 - 17:00

İletişime Geçtiğiniz İçin Teşekkürler

© 2024 by Didem Çengel

  • Youtube
  • Whatsapp
  • Instagram
bottom of page